Bu ilginç hikaye, Pasifik’te terk edilmiş ıssız bir adada geçiyor. 1950’lerin başında gerçekleşen hikaye hayatta kalabilenleri ayakta alkışlatıyor.
Issız adaya bir uçak düşüyor ve hayatta kalabilenler sadece küçük çocuklardan ibaret. Britanyalı erkek öğrencilerin başında hiç yetişkin yok. Adada da ağaçlar sahil ve kumdan başka hiçbir şey yok. Daha ilk günden demokrasiyi kurabilen çocukların hayat hikayesi sizlerle…
Çocuklar daha ilk günden bir tür demokrasi kurdu. Çocuklardan Ralph, grubun lideri olarak seçildi. Atletik, karizmatik ve yakışıklı Ralph’in oyun planı basitti: 1) Eğlen. 2) Hayatta kal. 3) Geçen gemilerin görebilmesi için dumanla işaret ver. Birincisinde başarılı oldular. Peki ya diğerlerinde? Pek değil. Çocuklar ateşi canlı tutmaktan ziyade ziyafet çekmekle ve eğlenmekle daha ilgiliydi. Çok geçmeden yüzlerini boyamaya başladılar. Kıyafetlerini çıkardılar. Çimdiklemek, tekmelemek ve ısırmak yönünde aşırı güçlü dürtüler geliştirdiler.
Britanyalı bir deniz subayı kıyıya ayak bastığında ada yanan çorak bir araziye dönmüştü. Çocuklardan üçü ölmüştü. Subay, “Bir grup Britanyalı çocuğun durumu bundan daha iyi idare edebileceğini düşünürdüm” dedi. Bunun üzerine Ralph göz yaşlarına boğuldu. “Ralph masumiyetin sona ermesine ve insan kalbinin karanlığına ağladı” diye okuyoruz.
Bu hikaye hiç yaşanmadı. Hikaye, William Golding isimli bir İngiliz okul müdürü tarafından 1951’de kurgulandı. Sineklerin Tanrısı isimli romanı milyonlar sattı, 30’dan fazla dile tercüme edildi ve 20. yüzyıl klasiklerinden biri olarak övgü topladı. Geriye dönüp bakıldığında, kitabın başarısının sırrı bariz. Golding, insanlığın en karanlık dehlizlerini tasvirde ustaca bir yeteneğe sahipti. Elbette ki yeni neslin ebeveynlerinin II. Dünya Savaşı’nda yol açtığı zulmü sorguladığı 1960’larda, zamanın ruhu onun yanındaydı. Auschwitz’in bir anomali olup olmadığını bilmek istiyorlardı. Yoksa her birimizin içinde saklı bir Nazi mi vardı?
Sineklerin Tanrısı’nı ilk okuduğumda genç bir çocuktum. Sonrasında hissettiğim hayal kırıklığını hatırlıyorum ama bir saniye için bile olsa Golding’in insan doğasına dair görüşünden şüphe etmemiştim. Yıllar sonra yazarın hayatını araştırana kadar da şüphelenmedim. Ne kadar mutsuz bir birey olduğunu öğrendim: Depresyona meyilli bir alkolik. Golding “Nazileri hep anlamışımdır çünkü ben de doğam gereği aynı türdenim” itirafında bulunmuştu. Sineklerin Tanrısı’nı da “kısmen bu üzücü öz farkındalığın sonucu” olarak yazdı.
Merak etmeye başladım: Gerçek çocuklar kendilerini ıssız bir adada bulsaydı ne yaparlardı, bunu hiç araştıran olmuş muydu? Bu konuda, Sineklerin Tanrısı’nı modern bilimsel bilgilerle kıyasladığım bir makale kaleme aldım ve her hâlükârda çocukların daha farklı hareket edeceği sonucuna ulaştım. Okuyucular bunu kuşkuyla karşıladı. Tüm örneklerim evdeki, okuldaki veya yaz kampındaki çocuklara ilişkindi. Gerçek hayatta yaşanmış bir Sineklerin Tanrısı arayışım böyle başladı. İnterneti taradıktan bir süre sonra, pek bilinmeyen bir blog’da anlatılan bir hikaye dikkatimi çekti: “1977’de bir gün, 6 çocuk Tonga adasından balığa çıkmıştı… Büyük bir fırtınaya yakalanan çocuklar, ıssız bir adaya savrulmuştu. Bu küçük kabile orada ne yapmıştı? Asla tartışmama konusunda mutabakata vardılar.”
Makalede hiçbir kaynak sunulmamıştı. Ama bazen şansınız yaver gidiverir. Bir gün gazete arşivlerini karıştırırken yanlış yılı girdim ve işte karşımdaydı: 1977’ye yapılan referans hatalıydı. Avustralya gazetesi The Age’in 6 Ekim 1966 tarihli nüshasındaki bir başlık hemen dikkatimi çekti: “Tongalı kazazedelerin hikayesi pazar günü yayımlanacak”. Haber, 3 hafta önce Pasifik Okyanusu’ndaki Tonga takımadasının güneyindeki kayalık bir adacıkta bulunan 6 erkek çocuğa ilişkindi. ‘Ata adasında bir yıldan uzun sürü mahsur kalan çocuklar Avustralyalı bir kaptan tarafından kurtarılmıştı. Makaleye göre kaptan, çocukların macerasının yeniden canlandırılması için bir televizyon kanalıyla bile anlaşmıştı.
Aklımda bir sürü soru vardı. Çocuklar hala hayatta mıydı? Televizyon görüntülerine ulaşabilir miydim? En önemlisi, bir ipucuna sahiptim: Kaptanın adı Peter Warner’dı. Kaptanın ismini aratırken şansım yine yaver gidecekti. Avustralya’nın Mackay kentinden ufak bir yerel gazetenin yakın tarihli bir nüshasında şu başlığa denk geldim: “Dostlar arasındaki bağ 50 yıldır sürüyor”. Haberin yanında, biri diğerinin omzuna elini atmış iki gülümseyen adama ait küçük bir fotoğraf vardı. Makale şöyle başlıyordu: “Tullera’daki bir muz çiftliğinin derinliklerinde, umulmadık iki arkadaş yaşıyor… Yaşlı olanı 83 yaşında, zengin bir sanayicinin oğlu. Diğeriyse 67 yaşında, kelimenin tam anlamıyla bir doğa çocuğu.” İsimleri? Peter Warner ve Mano Totau. Nerede tanışmışlardı? Issız bir adada.